İPEKÇE DOĞDU!

İlk kitabım; “İpekçe” Yakın Kitabevi & Yayınları Meşe Kitaplığı’nda yayınlandı, okuyucularıyla buluştu. Bu kitapta, bir Cumhuriyet öğretmeninin eğitim felsefesi hayat buldu. Her dönemimde eğitim değerim, yaşamımdaki ana ilkelerimden, vazgeçilmezlerimden biri oldu. İpekçe’yi de yazmaya karar vermemdeki en önemli etken eğitim değerimi onurlandıracak olmasıydı.

Tam 7 ay boyunca İzmir Özel Türk Koleji’nin duayen öğretmeni, okul müdürü, Mezunlar Derneği Başkanı İpek Deniz’in yaşam hikayesini dinledim. İşin başında böylesini tahmin edemezdim, 2 yılımı kaplayacağını hiç düşünemezdim.  Bazen güldüm, bazen ağladım. Sonuçta bir başkasının yaşamına, tüm iniş çıkışlarının döngüsüne girmiştim.

Mezun olduğum okulun kurucusu Bahattin Tatış’ın okul müdürlüğünü bir öğrenci olarak yaşamış ardından aynı kurumda yine onunla bir öğretmen ve okul müdürü olarak uzun yıllar çalışmış İpek Deniz’in öncelikle dilindeki sırları çözmek gerekiyordu. Matematik öğretmeni ve idarecinin analitik yapısının ardında gizlenmiş duygu selinde yüzmekti, en doğru olan. Böylelikle “İpekçe” ismi ilk anda kendiliğinden geldi.

Bir insanı yakından tanımak istiyorsam onunla iş yapmayı önemsiyorum ya da hakkında yazılanları okumayı. Bu kez Bahattin Tatış’ı anılarda buldum, yakından tanıdım, bugüne ve gelecek nesillere ulaştırmak üzere de anı-biyografi türünde İpekçe’yi yazdım. 

Dünyaya gelmeden 20 yıl öncesini kaleme almayı çok sevdim. Bu sanki meydan okuma gibiydi. Hiç bilmediğim, deneyimlemediğim zamanları yansıtmak zorluydu ancak bir o kadar da keyif verdi. 1950’li yılların İzmir’ini çocuk gözüyle yazdım. Belki de o zamanları hayalime taşıdığım için bu kadar eğlendim.

İpekçe’yi “Eğitimin bir yerinde kendinizi akışa bırakabileceğiniz, yaşamın inişleri çıkışları arasındaki renk geçişleridir” cümlesiyle anlatabilirim çünkü okuyan, büyüyen çocuğun kariyerindeki adımları görüyoruz, basamaklarındaki algılarına, ilkelerine tanık oluyoruz. Hangi okula giderseniz gidin fark etmez! Hepimiz bu hayatta öğrenciyiz ve eğer farkına varabilirsek renklerimizi görebiliriz.

İpekçe’yi keyifle okuyacağınız zamanlar diliyorum.

Seri 3: Uğraş Döngüleri

MASAL ATÖLYESİ BAŞLIYOR!

Çocukluğumda masal anlatacak büyüğüm yoktu. Masala ihtiyaç duyuyordum. Anneannem bazen bizi dizine yatırır masal anlatırdı ama çok korkunç yaratıklar vardı içinde. Sonunda kendi masallarımı kendim yazmaya başladım. Önce kız kardeşime anlattım. Yıllar geçti… Sonra kızım doğdu. Her konuyu çözümleyebilmek için yeni masallar yazdım.

Her yaşımda buna devam ettim. Artık 3. kariyer evremdeyim. İlkinde gazeteciydim. Sonra basın danışmanı, kurumsal iletişim müdürü oldum. 3. evremde ise, eğitim koçuyum. Koçluk mesleğinde, danışan kişiye ne yapacağını söylemezsiniz. Kişinin yolunu kendi çizmesi için sorularla keşif yolculuğuna çıkmasını sağlarsınız.

Masal Atölyesi’nde masalın sihirli dünyası ile eğitim koçluğu tekniklerini birleştirdim. Böylelikle atölyeden ayrılan kişi kendi farkındalığı ile yolunda çok daha güçlü yürüyor, geçemediği tıkandığı konular açılıyor, yaşamı daha iyi hale geliyor.

Geliştirdiğim bu tekniği, ilk defa Uluslararası Koçluk Federasyonu (ICF) Eğitmeni PCC unvanlı Burcu Özyürek Alp’ten koçluk eğitimi aldığım Profesyonel Koçluk Akademisi’nde uyguladım. Bundan sonra Profesyonel Koçluk Akademisi’nde her ay bir masal atölyesi düzenlemeyi planlıyoruz.

Masal her yaş için uygundur. Ancak şu anda uyguladığım masal atölyemi, yetişkinlerin farkındalığı için geliştirdim.

Masal Atölyem, hepimizin günlük hayatta takıldığı konular üzerine yoğunlaşıyor. Yaşam döngülerimizde bazen engeller oluşur ve onları aşamayız. Ya da sınırlarımızı çizmekte zorlanırız. Masal Atölyemde bunları keşfedip aşma cesareti gösterebilirsiniz. Küçük bir adım, hayallerimize ulaşmaktaki en değerli hareketimiz olur, çoğu kez.

Masal sihrine açık davetimiz başlamıştır!
Beklerim.

Peki ne zaman?

15 Ekim 2019, Salı * 18.30

Nerede?

International House bünyesindeki Profesyonel Koçluk Akademisi’nde * Adres: Akdeniz Mahallesi, Necati Bey Bulvarı, No: 19 Kat: 5 Çankaya İzmir

Nasıl katılabilirim?

Atölyeye yetişkinler katılabilir. Kontenjan 10 kişi ile sınırlıdır. Bunun için mutlaka önceden kayıt yaptırmanız gerekecek. İletişim için Profesyonel Koçluk Akademisi’ne uğrayabilir veya 0535 109 04 22 nolu telefonu arayabilirsiniz.

KOÇLUĞUN SİHİRLİ DÜNYASI MASAL

Çocukluk dönemimde hep bir köyde büyümeyi hayal ederdim. Sanırım 4 yaşımdaydım ve babam eve bankanın hediyeleriyle gelmişti. Annem, hediyelerden bazılarını çok beğendi. Bense elime belki de en ucuz olanı almıştım. Bir kül tablası ama bence sıradan bir eşya değildi. Üzerinde bir köy evi çizimi vardı. Anne yufka açıyor, baba saz çalıyor, kız çocuğu da kardeşinin beşiğini sallıyordu…

Benim için muhteşem bir hediyeydi. Sanki bankacılar, benim hayalimi anlamışlar ve bize bu değerli hediyeyi vermişlerdi. Ne komik ki bizim evde sigara içilmezdi. Yine de 70’li yılların geleneğine uyulur, kibarlık olsun diye evde misafirler için sigara bulundurulurdu ve tabii ki kül tablaları…

Annem, sonraki yıllarda kül tablasını bana verdi. Benim için ne kadar önemli olduğunu biliyordu. 6 yaşına gelesiye kadar her gün anneme soruyordum;

  • Anne, biz köye taşınır mıyız?
  • Belki taşınırız.
  • Ne zaman taşınırız?
  • Yakında…

6 yaşına kadar her gün, günde 2 defa aramızda geçen konuşmaydı. Sonunda köye taşınmayacağımızı anladım ve sustum. Köye taşınmak niye önemliydi benim için? Çünkü babam, hava kararınca eve gelecekti. Karanlıkta çiftçilerin çalışmadığını anlamıştım. Babamsa, çok uzun saatler çalışırdı. Ben karanlıkta babasını bekleyen bir çocuktum. Bir de köylerde meddahların hikâye ve masal anlattıklarını öğrenmiştim. Bütün köy halkı, büyük küçük toplansak da o sihirli hikayeleri dinlesek, diye hayal kurardım.

Adile Naşit ile masal dünyası

Sihirli anlara, hep hayranlık duydum. Sonraları Adile Naşit’in masal anlatışıyla büyülendim. Ailemizde, masal anlatan bir büyük yoktu. Çok küçükken, anneannem, sağlığı yerindeyken birkaç defa masal anlatmıştı ama korkuyordum, perilerden, canavarlardan. Korkunç olmayan masallar da olmalıydı. Sonraları kendi kendime masal anlatmaya başladım. Bugüne kadar da kimselere söylemedim, bunu.

İlk adımda sihirli tozlar üzerimizdeydi

Sonra kızım doğdu. Sihirliydi… Her anımız masal ve sihir oldu… Kızım, büyüdü ama benim masala, sihre olan ihtiyacım dinmedi. Mezunu olduğum İzmir Özel Türk Koleji’nin duayen hocası İpek Deniz ile konuşuyorduk. Ege Üniversitesi Çocuk Hastanesi Kardiyoloji Servisi’nin baştan sona yenileme işini başarıyla tamamlamıştı. Çocuklar için 23 Nisan kutlama programı düşünüyordu. İçimden çocuklara masal anlatmak geçti. Sihirli tozlar, artık üzerimizdeydi…

Yazdığım masalın bir besteye ihtiyacı vardı. Yıllardır birlikte adım atmaktan mutlu olduğum değerli Sanatçı Alesker Abbasov, yazdığım sözleri besteledi, yine Alesker Abbasov’un yetiştirdiği öğrencim Mert Demir, notalara sesini verdi ve biz masalın sihirli dünyasına giriş yaptık.

Koç-Masal-Meddah Üçlemesi

Eğitim Koçluğu, çocuğun, gencin, kendini keşfetmesi ve yolunda sağlam adımlarla ilerlemesini sağlıyor. Masal da aynı yolu çiziyor bizlere… Hem de büyük küçük demeden, tıpkı köy meydanında toplananlara, hikayesini anlatan meddahların yaptığı gibi…

Son söz: Keşif yolculuğunda sihir zamanı başladı, dam dam dam, dum dum dum, dama dama dum!

“SEVGİ”YE KOÇLUK BAKIŞI

Şubat ayı gelince içimde garip bir heyecan duyarım. Kalbimde “sevgi” konuşmaları başlar. Sonra “sevgili” kavramını düşünmeye geçerim. Sevgi tek bir kişiye yönelen duygu olmamalı diye devam ederim. Kalbimin yeniden keşfiyle süreç akıp gider.

Öğrenci Koçluğu seanslarım sırasında değerler kartlarıyla çalışmalar yapıyorum. Hiç şaşmıyor, “sevgi” en önemli değerler arasında yerini alıyor! Benim kadar öğrencilerim de “sevgi” değerini kıymetli bir noktaya taşıyor. Yani “sevgi” o kadar olmazsa olmaz ilkemiz, vazgeçilmezimiz! Neden tek kişinin hakimiyetinde olsun ki! Peki “Sevgililer Günü”nde neden tek bir kişi beklenir? Eğer o özel kişi yoksa bu anlamlı gün neden karalama sürecine girer?

Sonra kalbime bakıyorum. O kadar çok değerli insan var ki! Hepsinin “Sevgililer Günü”nü kutlamak istiyorum. Ama nasıl? Bu konuda Japonlar bana gerekli ilhamı verdi.

Çok uzun yıllar önce Japonya’da Sevgililer Günü kutlamaları dikkatimi çekmişti. Bu aralar kızım da Japon arkadaşı Masaya ile bu konuyu konuşuyor. Japonya’da 1 gün kızlar tanıdıkları ve sevdikleri tüm erkelere, başka bir günde de erkekler aynı şekilde kızlara hediye veya kart veriyor. Masaya, çocukluğunda tanıdığı tüm kızlara beyaz (marshmallow) yumuşak şekerlerden hediye edermiş. O tek özel insana yönelik değil kutlamalar. Daha paylaşımcı, daha “sevgi” var işin içinde.

Saf sevgi’

Şahsen Masaya’nın çocukluğunda verdiği beyaz (marshmallow) yumuşak şekerler beni büyüledi. İlk önce onun icadı sandım ancak sonraki konuşmalarından öğrendiğimiz bunun genelde yapıldığı yönünde oldu. Beyaz, bana sevginin saf tarafını anlattı. Şeker, ne yazık ki çok sevdiğim bir tat, üstelik çok eğlenceli… Öte yandan bunun yumuşak olması, lokuma doğru bir yolculuğa çıkardı beni. Lokumsa, çocukluğumdaki güzel tatlara doğru yelken açmamı sağladı. Çocukken, yeni bir yer şimdikinden daha büyük, tatlarsa şimdi aynı olsa bile daha bir lezzetli hatırlanır ya… İlk kez lokum yediğimdeki mutluluk anına gittim. Yani anlayacağınız benim “Sevgililer Günü”mü güzel bir lokumla kutlayabilirsiniz. Ben oradan anlarım, saf sevginizi.

Sevgi, paylaştıkça büyüyen kapsayıcı bir değermiş gibi geliyor bana. Sevgi, aşkı da kapsar ve aşktan daha büyüktür. Evet, sevginin de rengi bazen kırmızıdır, içinde kaplara konamayacak kadar derin ve sınırsız bir enerji vardır. Harekete geçiricidir. Adım almamızı sağlar. Sihirlidir de…

Gelenek değişimi’

Evet, ısrarcı olursak kısa sürede gelenekselleşmiş, sevgilisi olmayan için kabusa dönüşen, reklamlarla çığırından çıkmış “Sevgililer Günü”ne yeni bir anlayış, yeni bir soluk getirebiliriz. Bunun için ilk adım olarak 2019 Sevgililer Günü’nde tanıdığım tüm erkeklere ve kadınlara bir kart tasarlayıp hediye edeceğim. Tek tek dağıtmam mümkün olmayacağı için telefonumdan göndereceğim ve kutlamaları yapacağım.

Sevgililer Gününüz kutlu olsun!

Son söz: Gelenekler sevgiyle değişir, güzelleşir!

AKIŞ

Bir süredir dönüp dolaşıp “IKIGAI, Japonların Uzun ve Mutlu Yaşam Sırrı” kitabını okuyorum. Hector Garcia ve Francesc Miralles tarafından yazılmış. En son okumamda “En mutlu insanlar en çoğunu elde edenler değildir. Vaktini akışı yakalayarak geçirenlerdir” sözünde takıldım, kaldım, düşündüm. Halen daha da düşünüyorum.

Bu iki cümleden sonra soruları var, okuyanlarına;

“Sizi akışa götüren etkinliklerin ortak özelliği nedir?

O etkinlikler sizi neden akışa götürür?

Mesela, en çok hoşlandığınız etkinlikler tek başına yaptıklarınız mı, yoksa başkalarıyla birlikte yaptıklarınız mı?

Hareket gerektiren mi, yoksa sadece düşündüren şeyleri mi yapmak sizi akışa götürüyor?”

Bu soruları cevaplandırmaya karar verdim. Önce beni neyin akışa götürdüğünü listelemem gerekiyordu.

*Kızım ve eşimle birlikte yiyeceğimiz yemeği yaptığımda akıştayım. *Öğrenci Koçluğu yaptığım sırada öğrencimin adım atmasını sağlayacak soruları sorduğumda akıştayım. *Öğrencim, kendini keşfettiğinde akıştayım. *Ders çalışma planını yapamamış öğrencim, bu planlamayı yaptığında akıştayım. *Verdiğim seminerlerde ilham verici bir konuşma yaptığımda, öğrencilerin, izleyenlerin gözleri parladığında akıştayım. *Aylarca okuma yaptıktan sonra yazdığım eserin sergilenmesi sırasında akıştayım. *Yazdığım her yazı yerini bulup yayınlandığında akıştayım. *Meditasyon yaptığımda kendimi yeniden keşfedip dünyaya fayda sağlamak üzere geri döndüğümde akıştayım.

Birinci sorunun cevabı için listenin ortak özelliğini düşündüm. Cevap çok kolaydı. Beni akışa götürenin bu dünyaya katma değer sağladığımı hissettiğim anlar olduğunu çok iyi biliyordum.

Gelelim ikinci soruya; “O etkinlikler sizi neden akışa götürür?” Aileme, topluma, dünyaya faydalı olmayı seviyorum. Yeteneklerim, yapabileceklerim, bunlar ve böylelikle katma değer sağlıyorum.

Üçüncü soru; “En çok hoşlandığınız etkinlikler tek başına yaptıklarınız mı, yoksa başkalarıyla birlikte yaptıklarınız mı?” idi. Meditasyonu sadece tek başıma yapıyorum. Bunu da bazı seminerlerimde izleyenlerle birlikte yapıyoruz. Böylelikle sinerji de sistem de büyüyor. Bir de yazı yazarken yalnız olmak isterim. Bunların dışında mutlaka başkaları olsun istiyorum. İnsanı da birlikte aynı yere adım atmayı da seviyorum.

Ve dördüncüye “Hareket gerektiren mi yoksa sadece düşündüren şeyleri mi yapmak sizi akışa götürüyor?” sorusuna geldiğimde içimden “Her ikisi de!” diye bir ses yükseldi. Hareketi seviyorum. Stres ve zaman kısıtlaması olmadan, yine de planlı programlı kaygısız bir hareket hali olmalı. Yorulduğumda dinlenmeliyim de…

Sonuca geldiğimde;

Evet, ben öğrencilerime öğrenci koçluğu yapmalı, onların motivasyonunu yükseltmeli, iyi olanı daha iyi hale getirmeliyim. Seminerlerimde ilham verici konuşmalarımı sürdürmeliyim. Yazılar ve gösteriler yazmalıyım. Yemek yapmalıyım. Meditasyonumda uçmalı, arınmalı ve dönmeliyim. Hepsi benim “IKIGAI”m…

Son söz;

Işık, özde büyür, dünyaya fayda olarak yayılır.

CESARET

Değişim için keşfetmek gerekiyor. Ya keşif için ne gerekir?

Yanıt çok netti. Sadece ve sadece “Cesaret”… Cesaret, o sihirli ilk adımı atmamızı sağlıyor. 2005 yılında MS atakları geçirmeye başladım. Sadece 2 harf baktığınızda ancak doktor ilk kez bu hastalık adını söylediğinde korkumu tarif bile edemem. Bu kadar okumuş yazmış insan olarak, “Dinlenirsem geçer” noktasına gelerek, doktorun yanından ayrılmıştım. Doğrudan ve net olarak ret ediyordum. Bana olamazdı. Eve gittim. Ertesi gün dinlensem de geçmeyeceğini anladım ancak yine de sınırları zorluyor, kabul noktasına gelmiyordum.

Annem, alternatif bir görüş olarak ünlü bir doktordan daha randevu almıştı. O ünlü doktor bir kez daha muayene etti. Sonuç ortadaydı. Bense, halen daha kuruluş yıldönümü törenine az kaldığını, bahar şenliği yapacağımı anlatıyordum. “Başlarım senin işine de üniversitene de! Aklını başına al, bu senin yaşamın” diye azarlayınca kendime geldim. Evet, hastaneye yatıp tedavi olacaktım. 3 ay da işten yasaklanmıştım. İçten içe inadımla bütün toplantılarımı hastane odasına taşıdım.

Akıllanmıyordum işte! İşe döndüm. Yaşamımı sadeleştirdiğime inandım. Oysaki huzur, dinginlik noktasında aşmam gereken çok aşama varmış. 1 yılda 5 atak geçirme başarısını gösterdim. Sonunda dizlerimdeki hücreler ölmeye başlamış. Ayağa kalkamıyordum. Acılar, dinmek bilmiyordu. Bu kez ‘tekrar hücreler oluşur mu?’ sorusu gündemdeydi. 4 yıl sürecek tekerlekli sandalye dönemi kapımı çalmıştı. Tekerlekli sandalyeme hep minnettar kaldım. O sayede çalışabiliyordum, gezebiliyordum, kısacası hayat devam ediyordu. Son görüşmemizde doktorum, bir daha asla yürüyemeyeceğimi söyledi.

Bir önceki cümle çok acıklı geliyor, değil mi? Bence acıklı değildi. Yürümek, koşmak, bisiklete binmek için inancım vardı.  Her gece uyumadan önce bisiklete bindiğimi hayal ederdim. Rüyamda yine bisiklete binerdim. Sabah kalktığımda ise, çok bisiklete bindiğim için kaslarım tutulmuş halde bulurdum bedenimi. Kendime inanıyordum.

O son görüşmede doktorum, İstanbul’da yeni geliştirilen bir ameliyattan bahsetti, “Git bir görüş, belki de uygunsundur, yeniden yürürsün” dedi.

Güle oynaya gittim, görüştüm. Dünyada ilk kez geliştirilen bir ameliyattı. Doç. Dr. Tahsin Beyzadeoğlu ile Doç. Dr. Halil İbrahim Bekler’in literatürde yeni geliştirdiği ameliyatta ben, 13. kişi olacaktım. 8-10 saat arasında ameliyatta kalmam söz konusuydu. Doktor, risklerin hepsini de açıkça anlattı. Eşimin ruhunun o sırada eridiğini ve kapının altından dışarı çıktığını görüyordum… Evet, kolay değildi ancak benim için olurdu, bu iş!

Hayranı olduğum Walt Disney, “Bütün hayallerimiz gerçek olabilir, eğer peşlerinden gidecek cesaretimiz olursa” diyordu… Sonunda yürüyeceğime inancım vardı bir de cesaretim!

Şimdi mi, nasılım? Çok iyiyim. İnanç ve cesaretle ayaktayım. Koşmayayım diye elimde hikâyeden bir bastonum var. Zor elde edilmiş zaferleri de korumak lazım çünkü!

KEŞİF SONSUZLUKTUR

Değişmek de eğitim de bir keşif yolculuğudur. Kimliklerimiz, değerlerimiz, davranışlarımız sanki bir soğan misali tanıdıkça, keşfettikçe bambaşka sürprizlere kapıyı aralıyor, daha değerli olan kısımların farkına varıyoruz.

İlkokuldan mezun olasıya kadar tamamen kendi akraba çevremin içinde bir sosyal yaşamım vardı. Hepsi birbirinin kopyası olan yaşamlardan, davranış biçimlerinden bahsediyorum. Bütün doğrular aynı kapıya çıkardı. Ben de hepsini öğrenmiştim. Yani yaşama dair her bilgiyi çok iyi biliyordum. Ben bir doğruydum.

Sonra annemin hayali olan okula gittim. Tüm arkadaşlarım Agah Efendi Ortaokulu’na giderken ben İzmir Özel Türk Koleji’nde bulmuştum kendimi. Hiç istemediğimi söyledim. Ancak annem, benden daha iyi biliyordu nerede okumam gerektiğini. Ağlaya ağlaya İzmir Özel Türk Koleji’ne gittim. İlk günümde ailemin geleneksel davranış biçimi olarak okula geç kaldım. Herkes sırasını bulmuştu. Babamsa kitaplarımı almaya gitmişti. Tek başına istemediğim bir okulun kocaman bahçesinde kaybolmuş bir çocuktum…

Tören vardı. Tek bildiğim adım ‘Emel Akçay’ ve sınıfımın ‘1-N’ olduğu idi. Öğretmen gibi görünen bütün büyüklere 1-N sınıfını sordum. Kimse bilemedi, yerini. Tören bitti. Öğrenciler, başlarında öğretmenleriyle sınıflarına gidiyordu. Issızlaştı her yer. O büyük bahçe, daha büyük göründü gözüme. Hala babam gelmemişti. Sınıfımı aramaya karar verdim. Çocukların çıktığı kapıdan ben de çıktım. Bir sürü bina vardı. Hangisine gitmeliydim? Sıra sıra hepsini dolaşmaya karar verdim. Sora sora saatler sonra -ya da bana öyle çok uzun geldi- sınıfımı buldum. Öğretmene kaybolduğumu söyledim. Boş bir yere geçtim. Az bir zaman sonra da babam elinde bir sürü kitapla geliverdi. Bana kitaplarımı verip gitti.

Artık yalnızdım. Anlamaya çalıştım. Her dersin ayrı öğretmeni vardı. Yeni insanlar etrafımı kaplamıştı. Aile çevremde öğrendiğim doğruların işlemediği bir dünyaydı burası. Korkuyordum…

Doğrularımın ardında orta sona kadar direndim. İddiamı sürdürmüştüm. 3. senemde bana ne olduysa oldu, yeni keşiflere yelken açmaya karar verdim. Ailemin ve yakın çevremin öğrettiği doğrularla girdiğim bütün iddiaları kaybetmiştim. Keşif demek değişim demekti. Değişmek istiyordum ve bunu ancak kendimi, çevremi keşfederek yapabilirdim. Yani hayatımı alt-üst etmekte ısrarlıydım.

Yıllar sonra Elif Şafak’ın Aşk kitabında, Sufizm kaynaklarından, Mevlana’nın Mesnevi’sinden, William Chittick’in Tebrizli Şems biyografisinden derlediği 40 kuralı okurken kalbimdeki derin sözle yüz yüze kaldım;

“Hakk’ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. ‘Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir’ diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?”

Orta 2’yi bitirip orta 3’e geçtiğimde sanırım 14 yaşımda olmalıyım. Mevlana’nın dediği gibi kendi içime yapacağım yolculukla, keşifle arzı dolaşacaktım;

“Ne yöne gidersen git, -Doğu, Batı, Kuzey ya da Güney- çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün! Kendi içine yolculuk eden kişi, sonunda arzı dolaşır.”

Peki, bitti mi? Daha yeni başlıyormuşum gibi… Bu yolculuk gözlerim, sonsuzluk için kapandığında bile yeniden başlamak üzere sürecek.

Keşif, sonsuzluktur.

DEĞİŞİM İSTER MİSİN?

Yaşamımın her aşamasında ‘değişim’ için çalıştım. Daha iyisini istemek çocukluğumdan başlayarak, birincil görevimdi sanki. Okulumun imkanlarının daha iyisi, bilgilerin daha iyisi, tiyatro gösterilerinin daha iyisi ya da toplumdaki her ferdin daha iyisini istiyordum.

Çocukluk dönemimde derslerin sadece kitaptan okunarak öğretilmesini eleştirirdim. Bunun için zihnimde canlandırmalar yapardım. Soğan zerreciklerinin havadaki dolaşımını anlatan öğretmene garip garip bakardım. Neden bir soğan derste kesilip de bu öğrencilere yaşatılmazdı ki? Ya da 70’li yıllarda sokakta tüküren insanlar görürdüm. O yıllarda kumaş mendiller vardı en azından. Neden ağzına gelen her neyse o şahsiyet, mendile çıkarılmazdı ki?

Sonra gazetecilik dönemim başladı. Daha iyi bir yaşam için, değişim için adım attığım yıllardı. Sesini duyurmak isteyenlerin sesi olmaya çalıştım. Değişim için çalışmalıydı. Keyifli ve değişime her an katkı koyduğumu hissettiğim yılların ardından kızım doğdu. Onun yaşamındaki rehberliğimde daha iyi olmak için çabaladım. Ailem, yakın çevrem, tanıdıklarım, doktorların hepsinin önemli fikirlerinin olduğu konuya gelmiştik ya… Bundan nasıl sıyrılacaktım? Bebeğimi hissetmek, varlığına saygı duymak, yeteneklerini keşfetmek, destekçisi olmak, yaşam yolculuğuna sağlam hazırlanmasını sağlamak vardı işin içinde…

‘İyilik mi, kötülük mü güçlü yapar insanı?’

Herkesi dinledim sonra kendimce kararlarımı vermeye çalıştım. İki filozofun tartışmaları dikkatimi çekti. Antik Yunan’da Platon, “Çocuk, iyilerin gücüyle ayakta kalır, sonraki güçlüklerle başa çıkma gücünü bulur” diyordu. Aristo ise, dünyanın kötü bir yer olduğunu bunları bilirse güçlü olabileceğini söylüyordu. İyilikler bana yakın geldi. Evet, kızıma iyilikleri öğretecektim. Daha iyiye ulaşma isteğimde kızımla ilişkimde Plato‘nun felsefesi etkili güç olacaktı.

Masal kitaplarındaki renkler çok güzeldi. Kızıma okumak istedim. Baktım, durdum, düşündüm… Pamuk Prenses ve 7 Cüceler Masalı, bana çok acımasız geldi. Belki bir gün kızımın da üvey annesi olabilirdi. Eşimle ilişkim iyi gitmeyebilirdi ya da ben bu dünyadan ayrılmak zorunda olabilirdim. Ya kızımın bir üvey annesi olursa, onu bilinçaltı ‘kötü’ diye mi, kodlayacaktı? Buna izin veremezdim. Karakterleri değiştirdim. Olay örgüsünü de… Evet, üvey anne vardı, masalda ve o kötü değildi. Pamuk Prenses’e ormanda ormancıyla gezerken elini bırakmamasını söylemişti. Ancak Pamuk Prenses, büyüğünün sözünün dinlemediği için ormanda kaybolmuştu. Sonra ‘Cadı’ evet, cadı da vardı, masalda. Kötü biriydi. Pamuk Prenses’in hiç tanımadığı ve hiç bilmediği birinin verdiği elmayı yediği için hayatı tehlikeye girmişti. Bence kızım, yaşamında güçlü kaynaklara bu yolla sahip olacaktı.

Kızım artık 20 yaşında. Geçtiğimiz günlerde bu konuyu konuştuk. O da yetiştirilme felsefesinden mutlu olduğunu söyledi. Yüzümde anlamlı bir tebessüm vardı.

‘Kariyer değişimi’

Gazetecilikten basın ve halkla ilişkiler danışmanlığına bir geçiş sağladım. Basın danışmanlığı tamamdı da halkla ilişkiler çok geniş kapsamlıydı. İşin içinde baskılı işler, törenler, organizasyonlar, protokol, tüzükler, tanıtımlar, tercih gibi pek çok farklı alan girmişti. Artık bir üniversitede çalıştığım için öğrenci kulüpleri gibi değişken ve her biri içinde çok fazla iletişim, organizasyon gerektiren grupların kurulması, motivasyon sağlanması, sürdürülebilir olması gerekiyordu. Kökten bir kariyer değişimi yaşıyordum. O değişim bana o kadar iyi gelmiş ki içinde 17 yıl kaldım. Her yıl tazelenen yeni nesiller beni çoğalttı, büyüttü, öğretti, zenginleştirdi. Daha iyiye ulaşma azmim sonunda beni ‘Öğrenci Koçluğu’ ile buluşturdu. Değişim isteğim, ne mutlu ki ruhunda ‘daha iyi’ diyen bir sisteme getirdi beni. İyiye ya da daha iyiye ulaşma isteğini taşıyanlar, ‘Yeni Emel’e hoş geldiniz!